9 Ocak 2017 Pazartesi

LAİKLİĞİ SAVUNMAK GEREKİR!

Sonda söyleyeceğimiz şeyi başta söyleyelim önce: “Laiklik artık yaşam tarzı değil, bizzat yaşamın ta kendisidir bu ülkede ve mesele yaşam tarzını savunmanın çok ötesine geçip yaşamı savunma noktasına kesin olarak gelmiş durumdadır.”

15 Temmuz, dini bir örgütün, iktidarı ele geçirmek için başka bir dini örgüte karşı gerçekleştirdiği bir kalkışmaydı, üstelik bu iki örgüt uzun yıllar koalisyon ortağı gibi hareket etmişler, dinsel bir rejim kurma projesini birlikte gerçekleştirmişlerdi. 15 Temmuz, siyasal İslam’ın Türkiye’yi nasıl hayati bir felakete sürüklediğinin en somut göstergesiydi, üzeri planlı programlı bir şekilde örtüldü.

Evet, 15 Temmuz sonrası Türkiye darbeye dair her şeyi konuştu ama konuşulması istenmeyen şey tam da buydu: Solla mücadele adına açılan kapılardan giren tarikatların, cemaatlerin devleti adım adım nasıl ele geçirdikleri, dinin siyasete nasıl sızdığı, toplumsal yaşamın nasıl dinselleştirildiği ve 15 Temmuz’un bunun sonucu olduğu gizlenmek, saklanmak istendi.

Toplumun öfkesi siyasal İslam’a ve dinselleşme politikalarına yönelmesin diye olağanüstü bir çaba gösterildi, her türlü tartışma ve değerlendirme bu bağlamdan koparılarak yapıldı, mevzu darbeciliğe, terörizme vs. indirgendi.

Ve şimdi, Reina katliamının ardından, bundan daha şiddetli, daha katmerli bir propaganda ile karşı karşıyayız. Tüm bu olup bitenin, siyasal İslam’la ve dinselleşme politikaları ile hiçbir ilgisinin bulunmadığını ve laikliğe yönelik gerici saldırının bir parçasını olmadığını düşünmesi isteniyor toplumdan. “Laikliği savunmak gerekir” diyenler terörist, vatan haini, iç düşman, bölücü ilan ediliyor, “Mahallelerimize cihatçıları sokmayacağız” diyen gençler tutuklanıyor ve cezaevine konuluyor.

Oysa “radikal İslam” denilen şeyin “ılımlı İslam” bataklığında yetiştiği biliniyor. Müslüman Kardeşler’in Türkiye mümessilliğini üstlenenlerin, İhvan kuşakları rejiminin hamiliğine soyunanların, hilafet rüyası görenlerin, Suriye’de rejimi değiştirmeye kalkanların, sınırları cihatçılara açanların, yaralılarını hastanelerde tedavi edenlerin yarattığı bir canavar bu ve şimdi bir bumerang misali dönüp burayı vuruyor, bedelini ise bütün bir halk ödüyor.
IŞİD, siyasal İslam’ın Türkiye ajandasını bildiği için kendi açısından hep doğru yere saldırıyor; Suruç ve 10 Ekim’de olduğu gibi sosyalistleri, ilericileri katlediyor, Kürt düğünlerine saldırıyor, havalimanlarında dış hatları hedef alıyor, eğlence mekânlarında katliam yapıyor. Çünkü tüm bu hedeflerin dinselleştirme politikalarına maruz kalan bir toplumda alıcısının olduğunu görüyor, bu saldırıları memnuniyetle karşılayan ciddi bir toplamın şekillenmekte olduğunu biliyor.

Bu yüzden Noel Baba’nın kafasına silah dayandığı, gazete manşetlerinde “Kutlamayın” uyarılarının yapıldığı, Diyanet’in “gayrimeşru” hutbeleri okuttuğu bir ortamda, kadınlı erkekli eğlenen, içki içen, dans eden insanlara saldırıyor, yılbaşı kutlamalarını kana buluyor ve yanılmıyor. Çünkü sahiden de katliamı sevinçle karşılayan, destekleyen, “Oh olsun” diyen bir kesim, anında varlığını belli ediyor, anında ses veriyor ve buraya bakarak dinsel radikalleşmenin boyutlarının nereye vardığı ve nereye varacağı kolaylıkla görülebiliyor.

Peki, bu radikalleşmenin varacağı yere dair siyasette, medyada, siyasi partilerde, sivil toplum kuruluşlarında herhangi bir tartışma var mı? Radikal İslam’ı besleyip büyüten şeyin bizzat iktidar eliyle izlenen ve üstelik “Sistematik bir durum yok” denilerek inkâr edilen dinselleşme politikaları olduğu gerçeği konuşuluyor mu?

İlkokullardaki 15 Temmuz köşelerine “Zafer İslam”ındır yazılmasından tutun da, yandaş sendikanın “Din dersleri birinci sınıftan itibaren verilsin” önerilerine karşı gerçek, etkili, ısrarlı bir muhalif hat örülebiliyor mu, böyle bir niyet var mı?

Bunları konuşmaya, hem de acilen ve yüksek sesle konuşmaya cesaret edecek bir medya, bir sivil toplum, bir üniversite kalmadığı, bir avuç onurlu insanın da cezaevine konularak, işinden atılarak, tehdit edilerek susturulmaya çalışıldığı biliniyor. Türkiye kendi felaketine doğru koşarken, herkes sussun, kimse konuşmasın isteniyor. Bunları yapmaya niyeti olanlar güçsüz, dağınık, topluma ulaşmakta büyük zorluk çekiyorlar, seslerini yeterince duyuramıyorlar, seslenme kanallarını güçlendiremiyorlar, etkili bir özne olamıyorlar. Türkiye kendi felaketine koşarken söyledikleri dinlenmek, duyulmak istenmiyor.

Yine de her şey bitmiş değil, yine de “Yenildik, yapacak bir şey kalmadı” diyecek bir durumda değiliz. Laikliğin yaşam tarzının ötesinde bizzat yaşamın ta kendisi haline geldiği, laikliği ölmemek için savunmak zorunda olduğumuz zamanlardayız ve insanca bir yaşam isteyen, kendisinin ve çocuklarının geleceğinden endişelenen çok büyük bir toplam var bu ülkede. O toplama seslenecek kanalları bulmak zorundayız, üniversiteden, medyadan, sendikalardan cesur sesler yükselmeli, sesler birbirine eklenmeli, o toplam yan yana gelmeli. Başka bir çaremiz yok, buradayız. 

(Fatih Yaşlı, BiRGün, 08.01.2017 )


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder